Ömür...
Has kullar “HER ŞEYE ADINLA BAŞLAR"/Gönüller huşuda, secdede başlar/Sefere çıkarsa eriyle başlar/Sonunda zaferi bildik efendim... “HAZAN”la “GÜLSEM” iki dâvâdır/ “SÎNEDKİ CEVHER” derde devâdır/ "MEDENİYET MİMARLARI" nevâdır/ Tarihten örnekler aldık efendim... “KRİSTAL KELEBEKLER” bir mevâdır/ "GÜL Ü HEZÂR" dilden dile livâdır/ ŞEHİR ŞEHİR YÂR var hem de divâdır Hayatı sekize böldük efendim...

Fetihle şekillenen şehir; İSTANBUL

Her şehrin kendine has bir yapısı vardır. Tarihiyle, coğrafi konumuyla, ekonomik durumuyla veya kültürel yapısıyla farklı bir yere sahiptir her şehir. İçinde yaşayanların çoğu zaman farkında olamadıkları bir akışı vardır onların. Herkese ve her kesime ayrı bir dünya sunarlar.

Fetihten önce Roma’nın ve Kudüs’ün temsil ettiği siyasi ve ruhani iki ayrı gücü kendisinde toplayan İstanbul, “Allah’ın koruduğu şehir” ve “yeryüzünün tam ortası” kabul edilirdi. Böylesine ayrıcalıklı bir imaja sahip şehir, tarih boyunca defalarca saldırıya uğramış, talan edilmiş ve vahşete maruz kalmıştı. Avrupalı barbarların yağmasından sonra sistematik bir şekilde talan edilmiş, Türkler tarafından fethedilinceye kadar da bir daha belini doğrultamamıştı. Latin işgali üzerinden iki asır geçmesine rağmen, Bizanslı papazların “İstanbul sokaklarında kardinal serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” demeleri, bu barbarlığın boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde, şehrin nüfusu elli bin civarında, şehir harabe ve yoksulluk içindeydi. Fatih, ülkenin kalbinde yer alan bu şehri yeniden imar için büyük bir çalışma başlatmıştır. İstanbul’a asıl kimliğini ve karakterini kazandıran Osmanlı kültür ve medeniyeti olmuştur. Bu tarihi şehre yeni bir düzen, yeni bir sanat ve yeni bir hayat tarzı kazandıran Fatih, İstanbul’un Hıristiyan ahalisinin de güven içinde yaşamasını sağlayacak bütün tedbirleri almıştır. Osmanlı İstanbul’unun Avrupa, Çin ve Hint şehirlerinden farkı, çok sayıda Hıristiyan ve Yahudi’nin de  inançlarını önceki dönemlerden daha rahat ve güvende yaşamaya başlamış olmalarıdır.

Dinî olarak her türlü rahatlık ve özgürlüğün olduğu İstanbul, mimarisi ile de benzeri olmayan bir kentsel tasarım örneğidir. Camileri, sarayları, külliyeleri, bedestenleri ile asırlar boyu insanlığa hizmet etmiştir.

Üç kıtaya adaletiyle hükmeden Osmanlı Devleti’nde, halifelik ile birlikte dünyevi gücün uhrevi güçle birleşmesi, İstanbul’u o güne kadar hiçbir doğu veya batı başşehrinin ulaşamadığı bir kudret, ihtişam ve itibara kavuşturmuştur. Bu yapı Kanuni’nin zamanında adeta tepe noktasına ulaşmıştır. Fatih Camii ile başlayan yeni mimari tarz, Süleymaniye Külliyesi ile zirveye ulaşmıştır. Mimarideki  zirve aynı zamanda şiirde, ilimde, sanatta ve askeri alanda da yakalanmıştır. Bu yapıları ile şehrin ağırlık noktaları, külliyeler ve çevresi olmuştur.

Tek merkezli olan Roma – Bizans İstanbul’u, Osmanlı döneminde  çok merkezli bir şehirleşme modeline sahip oldu. Süleymaniye, külliyesi ile eğitim merkezi olurken, Üsküdar da çarşıları, külliyeleri, limanı ve “Kâbe kadar kutsal sayılan toprağı” ile  İstanbul’un Asya’ya açılan yüzü olmuştur. Zaman içinde İstanbul’da  her alanda oluşan estetik olgunlukla, çokluk içinde birlik ve ahenk yakalanmış ve yaşanmıştır. İstanbul’a gelen yabancılar bu şehri “masal şehri”  olarak tasvir etmişlerdir. Şehrin bu isme layık görülmesinin arka planında, kendine has dinamikleri olan manevi bir iklim bulunmaktaydı. Bu manevi iklimin  başlıca aktörü ise Avrupa insanından farklı, çıkarcı değil hizmet ehli olan ve gönlü ile yaşayan Osmanlı idi. En ihtişamlı yapıların süslemeleri bile insanı rahatsız etmeyecek sadelikteydi. Saraylarının bile cami mimarisinin gölgesinde kaldığı bu şehir, beka ile faniliğin farkını hayatına yansıtmış, bu inançla İstanbul’u tüm insanlık için yaşanacak bir mekân haline getirmiştir. Bu mirası gelecek nesillere aynı inançla aktarmak hem idarecilerinin ve hem de içinde yaşayanların başlıca görevidir.

Bu şehir bize emanet bir şehirdir. Bu şehir kutlu müjdeye nail olmuş bir şehirdir. Bu şehir, toprağını şereflendiren Ebu Eyyub el-Ensarilerin, Fatih Sultan Mehmetlerin şehridir. Bu şehir, Mekke ve Medine’nin, Şam’ın, Kudüs’ün, Diyarbakır’ın kardeşi bir şehirdir. Bu şehir, tarihiyle ve misyonuyla bütün mazlumların gözünü diktiği, her hareketini gözlediği bir şehirdir. Gazze’nin yetimleri, Ramallah’ın öksüzleri bu şehri izliyor, Suriye’nin mazlum ve mağdurları bu şehirde besleniyor. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan bu şehir, bir imparatorluklar şehridir.

Tarihin bütün yükünü bir emanet gibi sırtında taşıyan İstanbul, Türkiye’nin özeti ve Türkiye’nin umududur. 81 İl bayrağının dalgalandığı bir ildir bu il. Her an elde, dilde ve kulaktadır bu şehir. Fatihin emaneti olan güzel İstanbul, heybesinde ve kınında rahmet taşıyan aziz bir şehirdir. Tarihin yeniden yazıldığı, çağların kapanıp çağların açıldığı, nice asırları geride bırakan, nice baharları geçen, nice ömürleri tüketen bu şehir canlı gibidir. İnsan gibi kalp atışları vardır; sokaklarında nabzını hissedersiniz şehrin; caddelerinde ruhunu görürsünüz. Her yanı tarih kokan bu şehir, dosta umut, düşmana korku salar. Yaşamadan anlamak zordur bu şehri.

Anlatmakla bitiremezsiniz İmparatorluklar şehri  İstanbul’u. Onu hakkıyla anlatabilmek imkânsızdır adeta. Adına binlerce yazı yazılmış, binlerce şiir söylenmiş, şarkılara ve türkülere konu olmuştur İstanbul… Öyle ki, bir taşına Acem mülkünü feda eylemiş âşıkları vardır onun.

İstanbul, şairlere ilham kaynağı olmakla kalmaz, aynı zamanda içinde yaşayanları da, hasretiyle gurbet elde bulunanları da şair yapar. Orada yaşayanlar güzelliklerine doymakla kalmaz, kederlerine onunla birlikte ağlar, mutluluklarına onunla birlikte sevinirler. Gizli sandıklarında içindekilerin kahkahalarını da, gözyaşlarını da birlikte saklar İstanbul…

Dosttur İstanbul… Kimsesizliğinizi onunla giderirsiniz. Dertlerinizi ona açar, onunla paylaşırsınız mutluluklarınızı… Görkemli Ayasofya, narin Sultanahmet, gizemli Kızkulesi, Altın Boynuz Haliç, doyumsuz Boğaz, şehri üstünde taşıyan yedi tepe, koynundaki adalar, Peygamber dostunun ebedi ikametgâhı Eyüp ve daha yüzlerce mekânıyla bir efsane olan bu şehirde güne başlamak, bu fani dünyada tadılabilecek en güzel hazlardan biridir. Belki yoğun geçen gündelik hayat içerisinde pek fazla hissetmezsiniz bu şehri. Ama her hangi bir sebeple ayrılacak olsanız, kısa zamanda özlersiniz buraları. Ayrılırken sizi en son yolcu eden, dönünce de ilk önce karşılayan odur sizi.

İnsanı cezbeden farklı bir yapısı vardır bu şehrin. Memleketin en ücra köşesinde, yoğunluktan uzak, doğa ile iç içe yaşarken bile sizi buralara çeken bir gizemi vardır, çözemezsiniz. Bir kere bu şehrin havasını solumuşsanız, bir daha kurtulmanız mümkün değildir ondan. Bir sır mı desem, bir büyü mü desem, bir bağ mı desem, bilemiyorum. Bildiğim bir şey var; o da bu şehrin yüreklerde yaktığı sevda ateşidir. Sevgilinizle kol kola gezerken, babanızla birlikte caddelerinde tur atarken, arkadaşlarınıza Eminönü’nde balık ekmek ısmarlarken, rüzgârlara karışan ezan seslerini dinlerken, sabah veya akşam trafiğinde işinize veya evinize yetişmek için çile çekerken hep başka bir sevda vardır içinizde bu şehre karşı. Ondan şikâyeti yine ona yaparsınız ama bir türlü kırılmazsınız ve kopmak istemezsiniz bu şehirden.

İnce ve alımlısın, sevgilimsin, İstanbul!

Mahşere dek yanacak kandilimsin, İstanbul! Rabbim seni korusun!

Share

Şunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir